
İnsanlık bunca savaş, kaos ve çatışmalardan çok yoruldu, adaletsiz gelir dağılımından çok bunaldı. Süper güçler, dünya kurumları, gelişmiş ülkeler adaleti tesis edemiyor. Ne güçlü olan bitenden memnun, ne de mazlum. Ne zengin hayatından memnun, ne de yoksul… Bir güç sahneye çıkmalı… Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Budist, Hindu, Ateist ayrımı yapmamalı, haklının ve mazlumun elinden tutup ayağa kaldırırken, zalimin ve zorbanın da tepesine binmeli. Ama bunu insanlık adına yapmalı…
Geçmişteki tecrübelere bir bakın, bunu ne İngiltere yapabildi, ne Rusya, ne de ABD… BM Güvenlik Konseyi’nde haklının ve mazlumun yanında olduğunu göstermesi gereken Çin’in yapmış olduğu tercihlere bakılırsa bunu O da yapamayacak… O zaman sahneye anlamı sulh ve selamet olan ve barışı dünyada yayacak olan tek süper güç İttihad-ı İslam’ın çıkması gerekiyor. BM’nin, NATO’nun, süper güçlerin aciz kaldığı ya da müdahale etmediği mazlum coğrafyaların akan kanını dindirebilecek, dökülen gözyaşını silebilecek tek süper güç İttihad-ı İslam’dır.
İşte bu kapsamda kurulacak olan İttihad-ı İslam’la gerçekleşecek olan İslam’ın yükselişi iki şekilde temerküz edecektir. Birincisi siyasi, askeri ve ekonomik anlamda gerçekleşecek olandır ve bu İslam devletlerinin başında bulunan yöneticiler eliyle gerçekleşecektir. İslam ülkelerinin başındaki devlet başkanları kendisini bağlayan vesayet odaklarına takılmadan, hiçbir güçten korkmadan, kendi makam ve mevkilerini düşünmeden bir siyasi irade ortaya koyacak, koyulan bu siyasi iradenin gücünü, etkisini ve caydırma kapasitesini arttırabilmek için arkada güçlü bir ordu bekleyecek ve bu ordunun imkan ve kabiliyetlerini maksimize edecek ekonominin güç kazanması için de tedavüle sokulan İslam parası ümmet tarafından kullanılacaktır. Eğer biz Müslümanlar; Müslümanların ve mazlum coğrafyaların akan kanını, dökülen gözyaşını BM, NATO veya süper güçlerin bitireceğini düşünerek beklemeye kalkarsak daha çok bekleriz. Kendi dertlerine bile derman olamayan bu güçler yarayı dindirmek şöyle dursun kaşıyarak daha çok azmasına vesile oluyorlar.
İslam’ın ikinci yükselişi ise sosyolojik olarak gerçekleşecektir. Bunu ise ümmet hayata geçirecektir. Müslüman coğrafyalara yapılan tüm saldırılar ve gayrimüslim coğrafyalarda yaşanan tüm islamofobik yaklaşımlara rağmen bu yükseliş durmayacaktır. İşte bu kapsamda ümmetin tevhid inancını yayarken dört unsuruyla yapacağı dört strateji halkların İslam’a olan ilgisini ve sevgisini arttıracaktır. Ümmet zihnini harekete geçirerek gayrimüslimle etkileşime girecek, fikirlerini çarpıştıracak ve gayrimüslimde tefekkür edip imanını sorgulayarak tevhid inancına ulaşacaktır. İkinci olarak ümmet gönlünü harekete geçirerek sevgisini gayrimüslimlere gösterecek, inancını hakiki anlamda yaşayacak ve bunun bir sonucu olan hayatına uğrayan lezzet ve huzur sayesinde gayrimüslimleri etkileyecektir. Üçüncü olarak ümmet nefsini harekete geçirerek ekmeğinin bir parçasını bölecek ve gayrimüslimle paylaşacak bu sayede gayrimüslim inançtan daha önemli olanın aslında insanlık olduğunu anlayacaktır. Dördüncü olarak ise ümmet ruhunu harekete geçirerek Allah’ımızın rızasını kazanmak için gayrimüslime iyilik yapacak, bu sayede gayrimüslim İslam Dini’nin çıkar ve menfaat dini değil de samimiyet dini olduğunu öğrenecektir.
Peki bu İttihad-ı İslam nasıl kurulacak ve başına geçecek halife nasıl belirlenecek? İslam’ın hem kalemi hem de kılıncı olmuş, Şiilik ya da Sünnilik politikasını yürütmeyen, tam aksine asıl olanın İslam’ın kendisi olduğunu dile getiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin; İttihad-ı İslam’ı tesis edebilmesi için önünde 3 aşama bulunmaktadır. 1.aşamada İslam devletlerinin başındaki yöneticileri referans olarak kabul edip onlarla masaya oturabilir. Ancak öyle görülüyor ki İslam devletlerinin başındaki yöneticilerin bir kısmı makam ve mevkilerini Eşref-i Mahlukat Mefkuremizden daha önemli görüyor ve bu sebepten dolayıdır ki Müslümanların isteklerinden daha ziyade gayrimüslimlerin dayatmalarına ram oluyorlar. Oysa ki Eşref-i Mahlukat Mefkuremizde önemli olan makam ve mevki değil Allah’ımızın rızasını kazanıp kazanamadığımızdır. Çünkü ümmet İslam’ın başında kim olduğundan daha ziyade İslam’ın başında bulunanın İslam’ı nasıl temsil ettiğine bakmaktadır.
İslam’ın güç ve değer kaydedebilmesi için savunmaya çekildiğinde sert güce yani kılınç enstrümanını en iyi kullanan millete, taarruza geçtiğinde ise yumuşak güce yani kalem enstrümanını en iyi kullanan millete önderlik vazifesi düşmektedir. Şöyle bir İslam devletlerini incelediğimizde ise beşeri potansiyeliyle, tarihiyle, liderliğiyle, birikimiyle, coğrafyasıyla, doğu ve batı arasındaki köprü konumuyla, kıtaların, hava yollarının, deniz yollarının ve medeniyetlerin kesiştiği mukaddes şehir İstanbul’uyla, Dünyanın en verimli toprakları olarak bilinen Mezopotamya’yı sulayan Fırat ve Dicle’yi bünyesinden fışkırtmasıyla bu işe en uygun milletin Türk Milleti olduğunu 15 Temmuz 2016 tarihli işgal girişimine cesaretiyle cevap veren millet, dualarıyla destek olan ümmet en güzel şekilde ispat etmiştir.
İslam milletler ve devletler nezdinde eğer bir değer kazanacaksa yöneticiler devlet işlerinde Hz.Ömer gibi adil olmalı, ümmet ise sosyoloji anlamında Hz.Ali gibi alim olmalı. Hz.Ömer’de Hz.Ali’de cesaretli insanlardı. İşte bu kapsamda biz beşeri potansiyeli birbirine benzeyen Türkiye’yi Hz.Ömer’e benzetirken, İran’ı ise Hz.Ali’ye benzetiyoruz. Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) döneminde Ashab-ı Kiram’ın en cesaretli sahabesi Hz.Ömer iken Ehl-i Beyt’in en cesaretli sahabesi Hz.Ali idi. Tarihin kırılma noktalarında hep kalb-i selim ve akl-ı selimle hareket eden ve birbirlerine her daim danışan bu iki kadim uygarlık onları takip eden tüm İslam devletlerini mezhepçilik fitnesinden arındırarak peşlerine takabilir. Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında nasıl ki Hz.Ömer ve Hz.Ali birbirlerine karşı son derece saygılı ve güvenilir iken şeytan ve avanesine karşı ise son derece hazırlıklı ve uyanıklardı aynen şu anda da İslam’ın dünya nezdinde yükselişe geçtiği bu dönemde birbirlerine karşı saygılı ve güvenilir, şeytan ve avanesine karşı ise son derece hazırlıklı ve uyanık olmalılar…
İslam şu an dünyada en hızlı yayılan din olarak gözükmekte ve artık savunmadan taarruza geçmiştir. Ümmet geçmişte şeytan ve avanesinin mazlum halklara yaptıkları gibi taarruzda kılınç enstrümanını kullanırsa gönülleri ve zihinleri kaybeder. Biz Müslüman coğrafyaları pergelin sabit ucu olarak değerlendirirken, gayrimüslim coğrafyaları ise pergelin hareketli ucu olarak değerlendiriyoruz. Pergelin sabit ucunda sivri uçlu iğne bulunmaktadır. Yani İslam coğrafyalarına şeytan ve avanesi tarafından yapılacak tüm saldırılara sivri uçlu iğne olarak düşündüğümüz kılınç enstrümanıyla karşılık verilmelidir, bu meşru bir müdafaadır, meşruiyet kaydeder, ancak gayrimüslim coğrafyalara yapılan taarruz pergelin hareketli ucu olan kalemle gerçekleşmelidir ve bu haklı bir mücadeledir, muhabbet kaydeder. Müslümanlar gayrimüslimlerin zihinlerini ve gönüllerini kazanmak istiyorsa gönülleri ve zihinleri kalem enstrümanıyla fethetmelidir. İşte bunun için İslam devletlerinde yaşayan ilim, irfan ve hikmetleriyle insanları büyüleyecek olan tüm Müslümanlar kendi ülkelerini pergelin sabit ucu olarak belirleyip bu uçta bulunan siyaset, sosyoloji, ekonomi ve askeriyedeki karar alıcılara ülkeyi emanet edecek ve pergelin hareketli ucu hangi gayrimüslim coğrafyaya ulaşıyorsa oralara fevç fevç akınlar düzenleyecek, zihinleri ve gönülleri ufuk açan, sıra dışı fikirlerle ve hikmetli stratejilerle fethedecektir.
Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Hindistan, Rusya, Çin, Endonezya, Pakistan, Özbekistan ve Azerbaycan İslam Medeniyeti’nin en güçlü devletleri olarak gözükmektedir. Evet Türkiye Kafkasya, Balkanlar, Latin Amerika ve Atlantik eksenine, İran Pasifik eksenine, Mısır Afrika’ya, Suudi Arabistan Mezopotamya’ya, Hindistan Hindistan’a, Rusya Rusya’ya, Çin Çin’e, Endonezya Doğu Asya’ya, Pakistan Güney Asya’ya, Özbekistan Maveraünnehir’e ve Azerbaycan Hazar’a söz söyleyebilecek, etki oluşturabilecek kudret ve kabiliyettedirler. Bu 11 devlet şeytan ve avanesinin kendilerine biçtiği rol ve iktidardan sıyrılıp İslam’ın kendilerine sunduğu daha insani, daha insaflı ve daha kapsayıcı bir güç ve iktidarı hayata geçirebilirler.
Türkiye ve İran haritalarını yan yana koyup değerlendirdiğimizde Türkiye’nin harekete geçmesi Karadeniz ve Akdeniz’in etrafındaki ülkeleri etkilerken, İran’ın harekete geçmesi ise Hazar Gölü, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu’nun etrafındaki ülkeleri etkiler. İşte bu kapsamda İslam’ın iki güçlü satranç oyuncusu İran ve Türkiye ilk aşamada Mısır ve Suudi Arabistan sonrasında da İslam devletlerini İslam etrafında kenetlendirecek siyasi, sosyolojik, ekonomik ve askeri hamleleri hayata geçirebilirler. Ümmet tüm dünyada insani bir yaşam isterken ümmetin üzerine kan kusan silahlarıyla çullanan şeytan ve avanesini siyasi, mezhebi ve ideolojik bütün farklılıklarını bir tarafa bırakıp İslam ana paydası üzerinden bozguna uğratabilirler. Bu birikim, bu halk, bu güç, bu devlet geleneği, bu strateji, bu zenginlik her iki kadim medeniyette mevcuttur. Nasıl ki birbirleriyle beraber hareket edip Kuzey Irak oyununu bozmuşlarsa aynı oyunu Yemen’de, Lübnan’da, Suriye’de, Hazar’da, Kafkasya’da, Balkan’larda, Güney Asya’da, Doğu Asya’da, Maveraünnehir’de, Mezopotamya’da, Afrasya’da, Avrasya’da, Pasifik’te, Atlantik’te bozabilirler. Yeri gelir İran’ın başındaki satranç oyuncusu kale olup şeytan ve avanesine piyon gösterir, Türkiye’deki satranç oyuncusu da şeytan ve avanesinin yönetimindeki atı filiyle tarumar eder. Yeri gelir Türkiye’nin başındaki satranç oyuncusu vezir olup şeytan ve avanesine piyon gösterir, İran’daki satranç oyuncusu da şeytan ve avanesinin yönetimindeki fili atıyla tarumar eder, yeter ki satranç oyuncularının aklına ve kalbine birbirlerine karşı bir kuşku ve şüphe gelmesin sadece ve sadece Allah’ımızın rızası olan ihlas ve Allah’ımızın muradı olan İslam gelsin…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin İttihad-ı İslam’ı tesis edebilmesi için yapacağı 2.aşama ise şu şekilde gerçekleşebilir. Bu aşamada ümmeti referans olarak kabul edip ümmeti medya, iletişim ve etkileşim araçlarıyla yavaştan yavaştan demokrasi yönünde harekete geçirmeye başlayabilir. Bu sayede kimbilir belkide İslam devletlerinin başındaki yöneticiler kendilerine çeki düzen verecek, şahsi menfaatlerinden daha önemli olanın Eşref-i Mahlukat Mefkuremiz olduğunu hatırlayacaklardır. Ümmet belli bir merhaleye geldikten sonra Türkiye’nin yapacağı 3.aşama 3 Mart 1924 tarihinde yapılan TBMM görüşmelerinde “Hilafet TBMM’nin şahs-i manevisinde mündemiçtir” sözüyle kaldırılan hilafet makamını TBMM’nin onayıyla ümmetin başındaki cumhurbaşkanına yüklemek olacaktır.
Türkiye hilafeti ilan ettiğinde yanında akraba güç Maneraünnehir devletleri, enerji gücü olan Azerbaycan, nükleer güç Pakistan, finansal güç Katar, coğrafyasında iyi niyetli müslümanları bulunduran hasbi güç Afrika’lı Müslüman devletler, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesiyle başlayıp günümüze kadar süren Mescid-i Aksa’yı savunan mücadeleci güç Filistin, Avrupa’da İslam’ı en güzel şekilde temsil eden çekirdek güç Bosna Hersek, en büyük Müslüman nüfusa sahip beşeri güç Endonezya, emek ve gelirleriyle İslam’a katkı sunacak destekleyici güç diğer Müslüman devletler, özgürlüğe ulaşmak isteyen dost güç Venezuela, bilişim devi siber güç Hindistan, Müslümanları bir kardeş gören fikri güç Mısır, Kabe-i Muazzama’yı bünyesinde bulunduran manevi güç Suudi Arabistan, Şiilerin önderliğini yürüten kadim güç İran, süper güç Rusya, devasa emek gücü Çin’in olması İslam’a güç üstüne güç katacaktır. Türklerin 300 milyonluk dinamik beşeri sermayesi ve ümmetin 2,1 milyarlık dev nüfusu dünyayı bir barış, huzur ve istikrar adasına çevirebilir. Bu milletin ve bu ümmetin uyanışı ve bilinçlenmesi neticesinde kolay kolay İttihad-ı İslam’ın başına geçecek olan halife zalim ve zorba olamaz olursa zaten onay alamaz ancak insanlığın tek bir hükümdar tarafından yönetileceği ve bizim bunun adını Eşref-i Mahlukat İmparatorluğu olarak koyduğumuz yeni dünya düzenine doğru sürüklendiği bu geçiş döneminde başa geçecek olanın zalim ve zorba olmaması için en az Türk Halkı kadar diğer halkların da uyanması ve bilinçlenmesi gerekiyor. İşte bunun için kalem enstrümanını iyi kullanan, ufuk açan, sıradışı insanlara büyük ihtiyacımız var…
Tarihin hiçbir döneminde kendisine bulaşılmadığı müddetçe başkalarına bulaşmayan ancak 1,4 milyarlık nüfusunu insanca yaşatabilmek için üreten ve ürettiğini satabilmek için yollar geliştiren Çin Medeniyeti’nin yapmış olduğu açılımlar Amerikan Medeniyeti’nin ayağına basıyorsa Çin Medeniyeti ne yapsın? Kazan-kazan prensibiyle hareket eden Çin Medeniyeti gibi Amerikan Medeniyeti de sadece kendi çıkar ve menfaatlerini gözetmek yerine diğer medeniyetleri ahlak ve insaf çerçevesinde değerlendirebilse inanın insanlık suhuletli bir şekilde insanca yaşamaya doğru evrilebilir. İşte bu noktada bir taraftan Hz.Nuh’un bir evladıyla Maveraünnehir’den başlayıp tüm Asya boyunca Çin Medeniyeti’yle iştigal etmiş, diğer taraftan önce Kavimler Göçü ve ardından İstanbul’un Fethi’yle Mezopotamya’dan başlayıp tüm Avrupa boyunca Batı Medeniyeti’yle iştigal etmiş, bir başka taraftan ise Kore Savaşı’ndan sonra bünyesine iştirak ettiği NATO kapsamında Amerikan Medeniyeti’yle iştigal etmiş İslam Medeniyeti’nin ateşleyici unsuru Türkiye; her 3 medeniyeti de insani değerleri hatırlatma ve yaşatma mefkuresine daha hızlı bir şekilde ulaştırabilir.
İşte bu kapsamda Çin ve Hint Medeniyeti’nin insanlığa önerip uygulamak istediği Bir Kuşak Bir Yol Projesi; hem insanlığa hemde İslam Medeniyeti’ne çok büyük fırsatlar sunmaktadır. Çin ve Hint Medeniyeti; coğrafyalarında yaşayan Hindular, Müslümanlar ve Budistlerin ürettikleri teknolojik ve bilişimsel ürünleri nakledebilmek için önce nüfusları yoğun Müslüman devletlerle etkileşime girecek ardından Katolik, Protestan ve Ortodokslardan oluşan Batı Medeniyeti’ne ulaştıracaklardır. İşte bu sayede Budistler, Hindular, Katolikler, Protestanlar ve Ortodoksların Müslümanlarla daha bir fazla etkileşime girmelerine şahit olacağız. İşte bunun için genel anlamda Dünyanın orta göbeğine yayılmış Müslüman devletler stratejik öneme sahip bir coğrafyayı oluştururken özelde ise Asya topraklarıyla Müslümanlığın son durağı ve Avrupa topraklarıyla Hıristiyanlığın ilk durağı olan Türkiye kilit öneme sahip bir ülkedir. Yani Türkiye; medeniyetler arası geçişin bulunduğu bölgede medeniyetler arası alışverişin hem alışını hemde verişini gerçekleştirecektir.
İslam Medeniyeti’nin şeytan ve avanesine galebe etmesi ancak bizim tümevarım teorisini işletebilmemize bağlıdır. Çünkü tümevarım teorisinde önemli olan etnik unsurlar değil insanlığın bizatihi kendisidir. Etnik unsurlar ön plana çıktığında güvenlik, kaynakların kontrolü, etnik aidiyetten kaynaklanan bencillik kaygıları sınır dediğimiz olguyu devletlerin ajandalarına yerleştirmektedir. Oysa ki Osmanlı zamanında Mısır’da, Bosna’da, Kırım’da veya Hicaz’da yaşayan bir Müslüman hiçbir sınırla ve yasakla karşılaşmadan hem birbirleriyle hem de İstanbul’la ticaret yapıyor, medreseye gidiyor, ibadetini gerçekleştiriyordu. Bu sayede insanlar arasında etkileşim gerçekleşiyor, fikirlerin paylaşılması sonucu hakikate daha çabuk ulaşılıyordu.
Ümmet şunu hiç bir zaman aklından çıkarmamalıdır. Eğer biz Müslümanlar, hakikat kabul ettiğimiz Eşref-i Mahlukat Mefkuremizi hiçbir insana zarar vermeden suhuletli bir şekilde insanlığa yaymak istiyorsak sınır dediğimiz şu illeti ortadan kaldırmalıyız. İşte bu kapsamda Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile İslamiyet’in çekirdeğini oluşturan ve toprakta onun geleceğiyle ilgili plan ve tasarımı hazırlayarak filizlenmesini sağlayan kadim halk Araplar ile filizlenen çekirdeğin topraktan başını kaldırıp dala, budağa, çiçeğe ve meyveye dönüşmesine öncülük eden kadim halk Türklerin arasına şeytan ve avanesinin bir set gibi sokmak istediği terör koridoruna asla müsaade edilmemelidir.
TBMM’nin şahs-i manevisinde mündemiç olan hilafet makamını TBMM oy çokluğuyla cumhurbaşkanına yükleyip İttihad-I İslam ilan edildikten sonra İttihad-ı İslam’ın başkenti hangi şehir olmalı?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yaptığı Yavuz Sultan Selim Köprü’süyle Asya’nın fikir ve ürünlerini, Avrupa’nın fikir ve ürünleriyle birleştiren, yaptığı 3. havalimanıyla dünyanın fikir ve ürünlerini Türkiye’nin fikir ve ürünleriyle buluşturan, Boğazıyla ise Karadeniz’in fikir ve ürünlerini, Akdeniz’in fikir ve ürünleriyle karşılaştıran, hem doğunun hem de batının vazgeçemeyeceği, medeniyetlere başkentlik yapmış ve Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed (SAV)’in müjdesine nail olmuş tek şehir İstanbul olmayacakta hangi şehir olacak?
Peki Halifenin meşruiyeti nasıl sağlanır? İttihad-ı İslam ilan edildikten sonra halifemiz kendisiyle birlikte seçime girmek isteyen İslam devletlerinin başında bulunan liderleri seçime davet eder. İslam devletlerinin tamamında nüfus sayımı yapılır. Engin demokrasi tecrübesini harekete geçiren Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İslam devletleriyle birlikte halifenin seçimi ile ilgili faaliyetleri yürütür. Seçimler yapılır, ümmet tercihini yapar, halife seçilir ve İttihad-ı İslam görevine başlar. Seçimlere ve demokrasiye ümmet ve İslam devletlerinin başındaki liderler alışana kadar her devletin başkanı ve yönetimi kendi kurallarına göre ülkelerini yönetir. Ancak dünyada ümmete ve mazlum halklara karşı uygulanan zalim politikalara adil ve hakkani cevapların verilebilmesi için halifenin istekleri ve iradesi dikkate alınır.
İttihad-ı İslam hayata geçtikten sonra atacağı adım ve yapacağı müdahaleleri adaleti ve hakkaniyeti esas alarak gerçekleştirmesi ve yönetimdeki meşruiyetinin de seçimle güç kazanması neticesinde ileride kurulacak olan Eşref-i Mahlukat İmparatorluğu’na hem adilane bir yönetim, hem iyi bir örnek, hem de güçlü bir altyapı sunar.
İttihad-ı İslam’ın sert gücü olan İslam Ordusu; dünyadaki çatışma bölgelerine müdahale ederken sen Müslümansın, sen Hıristiyansın, sen Musevisin, sen Budistsin, sen Hindusun sen Ateistsin diyerek yapmaz tam aksine inancı ve meşrebi ne olursa olsun haklının ve mazlumun elinden tutup ayağa kaldırırken, zalimin ve zorbanın da tepesine biner. Savaşı, çatışmaları, kaosu ve anarşiyi başlatan değil bitiren olur. Çünkü çatışmayı başlatan öfkeyle anılırken, hakkı esas alarak çatışmayı sona erdiren de sevgiyle anılır. Bu sevgi sayesinde dünya çapındaki cazibesini arttırır. Dünyada yaşanacak olan huzur ve istikrara güç katarken, dünyada yaşanması muhtemel kaos, kriz ve çatışmaları da engeller…
İttihad-ı İslam hayata geçtikten sonra hem batının hem de doğunun kadim şehri olan İstanbul; Allah’ımızın en değer verdiği insan olan Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yaşadığı Mekke, Medine ve Kudüs’le daha sık görüşecek, Mezopotamya ve Maveraünnehir’in insanları birbirlerine verimli topraklarında ürettikleri ürünlerle ikramda bulunacaklardır. Araplar İstanbul’a gelip Türklerin Osmanlı sayesinde İstanbul’a kazandırdığı cami, tarihi eser ve medreseleri ziyaret edip Osmanlıyı yad ederler, Türkler ise kutsal topraklara gidip Arapların Peygamber Efendimiz Hz.Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sayesinde Mekke, Medine ve Kudüs’e kazandırdığı cami, kutsal mekan ve tarihi eserleri ziyaret edip Peygamberimizi, Ehl-i Beytini, Ashab-ı Kiramını yad ederler. Araplar ve Türkler Ortaçağ’da nasıl ki yapmış oldukları ittifakla İslam’ın yükselişine zemin hazırladılarsa içinde bulunduğumuz bu fikir çağında da birbirleriyle kardeşliklerini geliştirip tekrardan İslam’ın yükselişine zemin hazırlayabilirler.
İttihad-ı İslam tüm dinamik, müessese ve teşkilatlarıyla hayata geçtikten sonra insanlığın huzur ve kurtuluşuna vesile olabilir. Çünkü dünyadaki hiçbir büyük güç geçtiğimiz bir asır boyunca adaleti tesis edemedi, kan ve gözyaşını bitiremedi… Şöyle dünyaya bir bakın; süper güçler, dünya kurumları, gelişmiş ülkeler hepsi de eski dünya düzeninde büyük söz sahipleri ama sorunları çözmede de bir o kadar yetersizler… Gelişmiş ülkelerdeki insanların yaşantısına bir bakın; belki dünyanın en zengin, en refah insanları ama ne aile kalmış, ne mutluluk kalmış, ne de geleceklerine duyulan bir umut. İntihar vakaları en çok bu gelişmiş ülkelerin zengin insanlarında yaşanıyor. Oysa İslam; hem birey olarak, hem toplum olarak, hem de devletler arenasında insanlığa yeni bir umut ışığı olabilir, insani değerleri öne çıkartan, adaleti olmazsa olmazı bilen, refahı ve bereketi tabana yayacak anlayışıyla insanlığın dert ve sıkıntılarına çare olabilir…
Not: Bu makaleyi okuyup güç perspektifinde düşünmeye başladığınızda askeri, ekonomik, sosyolojik ve siyasi anlamda insanlığı kaygıya ve endişeye sevkeden zalimlerle ve batıllarla mücadele eden İttihad-ı İslam’ın adaleti ve hakkaniyeti öne alan davranışları sayesinde diğer inanç ve milletler nezdinde güven ve itibar kazanıp adım adım barış, huzur, istikrar ve refahı insanlığa yaydığını öngörürsünüz…